En son ne zaman “kendine” randevu verdin? “Kendim” dediğin insanla ilgili yeni keşiflerde bulunmak için hiç zaman ayırdın mı? Kendinle kalma kavramı gerçek bir birey olabilmek için neden bu kadar önemli? Kafamda bu sorulara yanıt ararken bahçede tek başıma oturuyorum. Elimde ne bir kitap var ne de telefon. Beni oyalayacak hiçbir şey yok. Bir çeşit deney yapıyorum. Hiçbir şey yapmadan yalnızca oturup gözlemleyerek kendime ne kadar tahammül edeceğimi anlamak istiyorum.
Hava güneşli ve ılık. Geçen yıl bahçeye diktiğim zeytin ağacını inceliyorum. Bana göre toprağa bir tohum ekmek insanın yaratıcı gücüyle bağlantı kurmasını sağlayan en önemli eylemlerden biri. Çünkü bir tohumun çatlamasını ve filizlenip meyve veren bir organizmaya dönüşmesini gözlemlediğimizde hayat bizimle konuşmaya başlıyor. Karşımda duran zeytin ağacı geçen yıl saksıdaydı ama bir süre sonra büyümesini durdurdu. Çünkü kökleri mevcut kabına sığmaz oldu. Büyümeye devam etmesi için onu bahçeye taşımak zorunda kaldım. Ne garip, insan da tıpkı bu zeytin ağacı gibi, gelişmesini sürdüremezse sağlıklı bir hayat yaşama şansını kaybediyor. Bu yüzden yaratıcı insan sürekli aynı kapta duramıyor hep daha geniş alana ihtiyaç duyuyor.
Böyle zeytin ağacına bakmaya devam ederken yazma isteği geliyor aniden. Yanıma defter ve kalem almadığım için hayıflanıyorum. Sonra soruyorum kendime, neyi yazmak isterdin diye. Aslında bu kadar ayrıntı barındıran bir gezegende konu sıkıntısı çekmem ne tuhaf. Belki de üzerinde durmak istediğimiz konuların çokluğu altında ezildiğimizi hissettiğimiz için adım atmaktan çekiniyoruz. Yaratıcı bir insanı ayırt edici kılan konu değil, konuyu ele alış şeklidir diyorum kendime. Sıradan gibi görünen bir konu bile biraz zaman ayırıp bakmayı sürdürdükçe derinleşmeye başlıyor gözünde.
Çevreme baktığımda her şeyin nasıl da mucizevi ayrıntılarla dolu olduğunu fark ediyorum. Terliklerimi çıkarıp ayaklarımı çimlere uzatırken gözüm altımdaki bir toprak parçasına kayıyor. Çimlerin arasında kel kalmış küçük önemsiz bir toprak parçası. Uzun bir süre aynı noktada dikkatimi odaklamaya çalışıyorum ve oradaki ayrıntılar kendilerini bir bir göstermeye başlıyor. Karıncalar ve ismini bilmediğim başka küçük böcekleri görüyorum. Bir süre sonra bu küçük sıradan toprak parçasında insanlar arası ilişkileri aratmayan mücadeleler olduğunu fark ediyorum. Sürekli hareket halinde olduklarından onların da gündelik telaşlarının olduğunu anlıyorum.
Karıncalara bakarken insan hariç doğadaki her canlının bir şekilde doğaya katkısı olduğunu düşünüyorum. Üzerine basıp geçtiğimiz karıncalar bile toprağın hava almasına ve zenginleşmesine katkıda bulunuyorlar. Tohumları yuvalarına taşıyarak, onların filizlenmesini ve çoğalmasını sağlıyorlar.
İnsanoğlu ise kainatın en aciz varlığı. Doğaya hayrından çok zararı olan tek canlı türü. Böyle düşününce kendi türümden soğuyorum. Ama tüm bunların ötesinde doğadaki en yaratıcı tür insan diyorum yine kendime. Hayvanlarda ilerleme diye bir kavram yoktur çünkü. Hayvanlar yüzyıllardır aynı koşullarını muhafaza ederken, insan içindeki yaratıcı güç sayesinde değişir ve ilerler. Bu yaratıcı güdü varoluşumuzu ortaya koyma arzumuzun temeli bir anlamda.
Var olmanın dayanılmaz hafifliğine nasıl erişiriz?
Winnicott, “var olmak ve yaşamak birbirinden ayrı şeylerdir” der. Sadece yaşamak var olmaya yetmiyor. Kendisine, gerçek benliğine temas etmeyen çoğu insan varlığını ortaya koymadan sadece yaşıyor ve ölüyor. Yolun sonuna geldiğinde ise ömrünü neyi var etmek için geçirdiğini düşünmek için çok geç oluyor. Dış hayatın kendini sürekli yenilediği gibi insan da kendi varlığını tekrar ve tekrar yaratmak gerektiğini anlıyor zamanla. Yenilik yoluna gitmezsek tehlikeli bir kısır döngü hayatımız boyunca yakamızı bırakmıyor.
Başka dillerde var olmanın karşılığını arıyorum. Örneğin İngilizcede var olmak anlamına gelen “exist” terimi köken olarak “bir şeyden kopmak” anlamına geliyor. Yani birinin kendi varlığının farkına varması, kendisini bir parçası olduğu toplumdan ayırmasıyla gerçekleşiyor.
Hala bir parçası olduğu topluma rağmen, kendi gerçek benliğini muhafaza eden insan, ideal birey tanımına uyuyor. Jung’a göre insan yalnız kaldığında evrenden uzaklaşmak yerine ona daha çok yaklaşıyor. Bireyleşme insanı dünyanın dışına atmıyor aslında, dünyayı kendi içimizde topluyor bir anlamda.
İnsanın kendisini gerçekleştirme isteğinin altında yatan duyguyu aradığımızda da genelde yaratıcılık arzusu karşımıza çıkıyor. Çünkü her insanın içinde yaratıcı bir güç bulunur. Kimileri bu güçten haberdardır ama umursamaz, kimileri farkına varmaz. Bazılarımız ise içindeki bu gücün kendisine ne fısıldadığını bulmak üzerine düşünür. O gücün farkına varıp da kullanamadığın zaman hayat çok yıpratıcı da olabilir ve zamanla kişiyi tüketir. Ancak yaratıcılığımızı kullanarak bir şeyler yaptığımızda gerçekten yaşadığımızı hissederiz. Bu yüzden hep bir hareket başlatma açlığındadır insan.
Gerçek benliğimizin derinliklerinden bu istek gelmesine karşın, sistem dediğimiz hakim dünya düzeni ise bunları bastırmaya çalışır. Bu nasıl bir paradokstur ki toplumda ilerleme her zaman bireyleşme ile başlamasına rağmen sistem bizim sorgulamamızı, yazmamızı, yaratmamızı kısacası birey olmamızı istemez aslında. Çünkü birey, var olan düzene karşı gelir eninde sonunda. Birey olamamış, kendi kendisini harekete geçiremeyen insan da sistemin çarkına girerek yok olur. Hem içindeki müziğin sesini duymaz hem de kendini gerçekleştiremez. Oysa insanın kendi iç varlığını tecrübe etmesi en önemli ihtiyacıdır. Bunun için de yalnızlığıyla barışık olması gerekir.
Yalnızlık evlat olsa sevilmez. Yoksa sevilebilir mi?
Günümüzde insanın kendisiyle kalabilmesi yalnız kalmayı sevmekle ilişkilendiriyor. Ancak bu her zaman doğru bir ilişkilendirme değil bana göre. Yalnız kalabilmek, bunu sevmekten çok insanın kendisiyle kalabilmeye tahammülünün olmasıyla ilgili bir şey. Hayata ve kendine güven duyan insan kendisiyle kalabilmeye daha rahat adapte olabiliyor. Zamanla “ne olursa olsun başımın çaresine bakarım” hissiyatı oluşuyor. Ama hayata güvenmek yerine başkalarına güvenmek üzerine inşa ettiğimiz sistem, bizim yalnız kalmakla başa çıkmamızı engelliyor.
Peki yalnız kalmaktan neden bu kadar korkuyoruz. Çünkü neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Kendim dediğimiz insanın aslında gerçek benliğinde neler olduğunu hiç masaya yatırmıyoruz. Yazar Nihan Kaya’nın “Yazma cesareti” adlı kitabında dediği gibi “İnsan yalnızca bebeğini doğururken değil kendini doğururken de acı çekiyor.” Bu doğum sürecinde bir sürü soruya da cevap arıyor. Hayatının merkezine koyduğun ne? Dünyaya, başka insanların yaşamına nasıl dokunuyorsun? Seni bu dünyadan çekseler ne eksilir? Bu sorulara verdiğimiz cevaplar genelde ne kadar yüzeyde yaşadığımızı gösteriyor. Hep yüzeyde yaşayabilmek için de derinlerdeki gerçek benliğimizi öldürüyoruz.
Potansiyelimiz bize küsüp memleketine mi göç etti? Onu nerde bulacağız?
Yalnız kaldığımızda ortaya çıkan gerçek benliğimiz bize kullanmadığımız potansiyellerimizi gösteriyor. İnsanın potansiyelini bilip kullanmaması zamanla köklerini çürütüp gelişmesini engelliyor. Görevli her beden bu dünyada yapması gereken görevini unutursa hayatın tokatını eninde sonunda yiyor. Yapmak için doğduğumuz görevi bulmak, içindeki potansiyeli ortaya çıkarmak öyle kolay iş değil. Bir arkeolog gibi derine inerken sabır ve dikkat gerekiyor. insan bir süre acı çekiyor. Bu, spor yaparak geliştirmek istediğimiz kasın ağrısı gibi bir acı. Sürekli yaptığımızda tatlı bir acıya dönüşecek ve bir müddet sonra o kasımızı geliştirdiğimiz için artık acı vermeyecek. İnsan bu tatlı acıya bile tahammül edemiyor. Dostoyevski yeraltından notlarda “anlamanın tek kaynağı acı duymaktır” der. Sınırlarını zorladığın bu süreçte çektiğin acı seni özgürleştiren bir acı. Kendinden ve acılardan uzak durmak için mekan değiştirmek ve yeni insanlara sığınmak fayda sağlamıyor. Kendiyle yüzleşmenin acısıyla başa çıkan her türlü zorluğun üstesinden bir şekilde geliyor. Proust “Acılarımız kimi zaman bir fikre dönüşürler. Fikre dönüşürken kalbimize zarar verme gücünü önemli ölçüde kaybederler ve hatta dönüşümün ilk farkındalığı ani bir sevinç yaratır.” der.
Acılarımızın bir fikre dönüşmesi ihtimali
Nietzsche, “the birth of tragedy” adlı kitabında, yaratıcılığı Yunan tanrıları Dionysos ve Apollo ile özdeşleştirir. Apollo; düzeni, formu, mantığı, Dionysos ise hayal gücünü, başıboşluğu temsil eder. Hepimizin içindeki Dionysos’un temsil etttiği özellikler Apollon’un temsil ettikleriyle birleşmediği müddetçe yaratma eylemi gerçekleşmez. Hermann Hesse’nin çok sevdiğim romanı Narziss ve Goldmund’da da insanın içindeki bu iki zıt kutbun dengelenmesi gerektiği fikri ön plandadır. Bana göre bu muhteşem romanda Dionysos ‘u temsil eden sanatçı Goldmund da, Apollon’u temsil eden bilim insanı Narziss de, Hermann Hesse’den başkası değildir. Yazar, kendi içindeki başıboşluğun ve mantığın seslerini yarattığı karakterler aracılığıyla dışa aktarır. Kısacası isteklerimizin gerçekleşmesi için hayal kurmak yeterli olmuyor. Canlı hayal dünyamızı başkaları tarafından anlaşılacak bir biçime dönüştürebilmek için sürekliliğe, disipline ve inceleme yeteneğine ihtiyacımız var.
Rollo May yaratıcılığın genellikle bir karşılaşma anından sonra doğduğunu söyler. May’a göre sanatçı Cezanne yalnız yürüdüğü bir gün, onda çok güçlü duygular uyandıran bir ağaçla karşılaşır. Bu karşılaşma Cezanne’ın o ağacı değil, kendi gördüğü ağacı resmetmesine ve resim sanatında ezber bozmasına neden olur. Cezanne’ın resmettiği ağaç yeni ve eşsizdir. Çünkü Cezanne, biçimsel olarak ağacı yapmayı umursamadı, ağaç aracılığıyla karşılaştığı kendi özünü resmettiği için sanat tarihinde yerini aldı. Daha önce olmayan birşey varlığa kavuştu. Kendisiyle karşılaşmaktan kokmayan insan hayat tarafından ödüllendirildi.
Ben bahçede böyle düşünürken çalışkan karıncalar gözden kayboldular. Bahçemizin gizemli kirpisi meraklı gözlerle bana bakıyor karşıdan. Onu görünce Arthur Schopenhauer’in kirpi ikilemi geliyor aklıma.
Kirpiler soğuk bir kış günü ısınmak için yaklaşırlar ama yaklaştıkça okları birbirlerine batmaya başlar. Uzaklaşırlar, artık acı yoktur ama bu sefer de üşürler. İnsan olarak Schopenhauer’in bahsettiği bu ikilemle baş etmeye çalışıyoruz hayatımız boyunca. Kirpi oklarının acısı; insanlarla çok yakın olmayı, üşümek ise yalnızlığı simgeliyor. Kirpi, pozisyonunu bulana kadar üşüyor ve acı çekiyor. Sonra acıya tahammül sınırını geliştirdiğinde denge sağlanıyor ve donmaktan kurtuluyor. Biz de toplumun görünmez dikenlerinden korunmak için soğukta donan yalnız kirpiler gibiyiz çoğu zaman. Kendi kendine yetebilme becerisini geliştirenlerde ise durum farklı. Kendi iç sıcaklığını yükselten insan başkalarının aldatıcı sıcaklığına ihtiyaç duymuyor. Kendinden kaçıp sürekli insanlarla birlikte olma ihtiyacı ise yolun sonunda üretken değil, dramatik yalnızlığı beraberinde getiriyor.